Aida Begic
Aida BegicSaraybosna Film Akademisi Öğretim Görevlisi, Yönetmen, Senarist, Yapımcı

1976 Saraybosna doğumlu Aida Begiç, 2000 yılında Saraybosna Film Akademisi’nden mezun oldu. Mezuniyet filmi “First Death Experience” Cannes Film Festivali’nin Cinéfondation bölümünde yarıştı ve dünya çapında pek çok ödül kazandı. 2003 yılında ikinci kısa filmi “North Went Mad”i yazdı ve yönetti. 2008 yapımı ilk uzun metrajlı filmi “Kar”da savaş sonrasının Bosna’sında bir avuç kadının hayata tutunma hikâyelerini özgün bir dille beyazperdeye aktaran yönetmen bu ilk yapıtıyla Cannes 2008’de Grand Prix’i ve bundan sonra dünya genelinde 20’den fazla festival ödülü kazandı.

Begic, 2009 yılında bağımsız bir yapım şirketi olan Film House’ı kurdu. 2010 yılında omnibüs “Unutma Beni İstanbul” un bir parçası olarak Otel(o)’yu yazdı ve yönetti. Ailesini kaybetmiş iki kardeşin hikayesini aktaran ikinci uzun metrajlı filmi “Saraybosna’nın Çocukları” ile 2012 Cannes Film Festivali’nde ilk kez yer aldı ve Jüri Özel ödülünü kazandı.

Aida Begic’in bir buçuk yıl ön hazırlıklarını sürdürdüğü “Yetim” filminin çekimleri ise 2017 yılı içinde tamamlanmıştır. Kendisi de bir savaş çocuğu olan Begic’in büyük bir özen ve hassasiyetle yürüttüğü film, Suriyeli dört yetimin hikâyesini konu almaktadır. Yönetmen aynı zamanda Saraybosna Film Akademi’sinde yönetmenlik üzerine ders vermektedir.

Saraybosna’da doğdunuz ve büyüdünüz. Sizi Saraybosna savaşını konu edinen Kar ve Saraybosna’nın Çocukları filmlerini çekmeye iten nedenler nedir?

Şimdiye kadar yaşadığım yere hep hayran oldum. Bir şekilde savaşın çocuğuyum çünkü savaş başladığında çok küçüktüm.

Balkanlar’da sinemanın erkek işi olarak kabul edildiğini söylemem gerekir. Savaş öncesinde sinema alanında kadınların varlığından bahsetmek pek mümkün değildi. Bu yüzden savaş sırasında aileme yönetmen olmak istediğimi söylediğimde gerçekten çok şaşırdılar. Bu benim ülkemde yaygın bir şey değildi. Fakat savaş sırasında ve sonrasında resim nispeten değişti. Bugün Bosna-Hersek, kadın film yapımcılarının sayısının büyümesinden ve benzer durumun diğer bölge ülkelerinde bir eğilim haline gelmesinden gurur duyuyor.

Akademiye yakın biri savaşa dair anlatılmamış pek çok hikâye olduğunu görecektir. Benim bakış açım ise biraz daha farklı çünkü bir kadının özellikle Müslüman bir kadının bakış açısını keşfetmek büyük olasılıkla diğer insanlar için ilginç bir şey.

İlk filmimin kahramanları savaştan sağ kurtulan dokuz ev kadınıydı. Bu kadınlar Srebrenista’dan ve Bosna’nın diğer bölgelerinden sağ kurtulan ve yakın akrabalarını öldürenlerle birlikte yaşamak zorunda kalan kadınları temsil ediyordu. Örneğin savaş öncesinde çalışan, aynı zamanda da gayet normal hayatlar yaşayan kadınları hayal edin. Savaşa kadar bu kadınlar varoluşsal bir mücadele vermek zorunda kalmamıştılar. Savaş öncesinde Bosna’da gayet konforlu hayatlar sürüyorlardı. Bosna fakir bir ülke değildi. Fakat bir gecede yalnız kaldılar. Ailelerindeki erkekler ve diğer aile üyelerinin hepsi öldürüldü. Bir gecede bir kadının, eğitimli veya değil, dünyada yalnız kalmasını ve yarın her şeyi halletmesi ve bir yaşam kazanması gereken kişi olmasını hayal edebiliyor musunuz?

Savaştan sonra sivil toplum alanındaki ilk adımlar kadınlar tarafından atılmıştır. Caddelerde gösteriler düzenlemişler ve savaşta kaybolan insanları, yakınlarını sormuşlar; aile üyelerinin isimlerini üstlerinde taşıyarak barışçıl gösteriler düzenlemişlerdir. Bu anlamda ilk defa sokaklara çıkıp sadece kendi ülkelerinden değil, dünyadan da haklarını talep eden aileleri öldürülen Boşnak kadınlar olmuştur.

Savaş sonrasında, binlerce insan kayıp olduğu için bu gösteriler gerçekleştirildi. Savaş sonrasında cesetlerin parçalarını bulmaya başladılar. Ancak bugün hala binlercesi kayıp.

Bir gecede böylesine büyük adımları atmak zorunda kalan ve bir anda lider olarak çıkıp kendisi ve çocukları için savaşmak zorunda kalan kadınları hayal etmenizi istiyorum. Benim için ilk filmim bununla alâkalı olmalıydı; o yüzden savaştan sağ kurtulan dul ve yetimler hakkında konuşabilmek için yıllar harcadım.

İkinci filmim ise kent olgusuyla ilgili olmalıydı. İkinci filmim birincinin aksine köyde geçmiyor. Savaş başladığında çok küçük olan ve savaştan başka bir şey hatırlamayan kuşak hakkında bir şeyler söylemek gerektiğini düşündüm. Bu kuşak çocuklarının doğduktan sonra hayata ve dünyaya dair ilk öğrendikleri şey savaş durumudur ve çoğu anne babasını kaybetmiş yetimlerdir. Ne yazık ki toplumun hiyerarşik yapısı içerisinde en aşağıda ve marjinalize olmuş durumdalar. Buradan yola çıkarak araştırma yaptım ve ülkemizdeki küçük suçluların %90’ının, ki çok yüksek bir oran bu, yetimler olduğunu keşfettim. Savaş sırasında bu problemi çözmek için sistematik bir yol üretme imkanı olmadı ve savaş sonrası geçiş döneminde ele alınamayan pek çok konu gibi bu konu da layıkıyla ele alınamadı. Bunun neticesinde bu çocuklar bir bumerang gibi bize geri dönmekteydi.  İki filmim için bana ilham olan nedenler bunlardır.

Peki, bir savaş bölgesinde yaşıyorken sizi sanatla ilgilenmeye iten nedenler nedir?

Her zaman bir sanatçı olmak istediğimi biliyordum çünkü sabah 8’den akşam 5’e kadar bir ofis mesleği istemediğimi biliyordum. Dolayısıyla ne olmak istediğimi tam olarak bilmesem de ne olmak istemediğimi biliyordum. Piyano çalabilirim, resim çizebilirim veya yazar olabilirim diye düşünüyordum ve en nihayetinde yönetmenliğin benim tüm iştiyakımı ve yeteneğimi karşılayabilecek şey olduğunun farkına vardım. Böylece Saraybosna’da Sahne Sanatları Akademisi’nin öğrencisi olmaya karar verdim ve şu anda orada yönetmenlik bölüm başkanı olarak görev yapmaktayım. Yani sanatla 20 yıldır iç içeyim.

Bildiğiniz gibi Saraybosna’nın kuşatma altında olduğu dönemde sanatın bir anlamı olmadığı ve işlevsiz olduğu yönünde yaygın bir kanı bulunmaktaydı. Suyumuz, yiyeceğimiz, elektriğimiz, giyeceğimiz yoktu ve bunlara ihtiyacımız vardı. Fakat aynı zamanda tiyatroya, konsere veya sinemaya gitmek gibi ihtiyaçlarımız da vardı. Çünkü sanat, insanın mânevi tarafına ait olduğu için sizi insan yapan insanî bir faaliyetin ifadesi. Elimizden fiziksel olarak her şeyi alabilirlerdi fakat itibarımızı, şerefimizi öldüremezlerdi ve biz sanat yaparak, sanatı tüketerek medenî vatandaşlar olarak itibarımızı geri aldık.

Daha önce ailenizin bir yapımcı ve yönetmen olmayı istediğinizi söylediğinizde çok şaşırdıklarını söylemiştiniz. Peki, bu duruma genel anlamda toplumsal tepki nasıldı? Savaş sonrasında yiyecek, giyecek, su bulunamıyorken sanat alanında ihtisaslaşma hususunda toplumdan gelen tepki nasıldı?

Öncelikle annem bir doktor ve babam da bir mühendisti ve ailemde sanatla ilgilenen kimse bulunmuyordu. Bu sebeple benim bu talebimin onlar için şok edici bir etkisi oldu. Tabi ki günün sonunda ne olmak istiyorsam onu desteklediler. Fakat mesleğimin ne tür bir meslek olduğunu bilmiyorlardı ve uzun yıllar bir meslek olduğuna inanmadılar. Ta ki onları ilk kez film setine götürdüğümde on saat soğukta donduktan sonra yaptığım şeye saygı duymaya başladılar. Sonrasında bunun ciddi ve zor bir meslek olduğunu söylemeye başladılar ve beni biraz daha fazla desteklediler.

Toplumsal anlamda ise savaş zamanında ve sonrasında pek çok kadın bu alana yöneldi. Benimle ilgili farklı olan ise başörtülü bir kadın olmamdı, zira bir kadının film yapımcısı olması hakkındaki toplumdaki genel kanaat bile onun pek de bir şey yapamayacağı yönündeyken başörtülü bir kadının bir film yapımcısı olarak ortaya çıkması oldukça garip bir durumdu. Çünkü sanat, hususi olarak da sinema hiçbir zaman dindar insanlara ait olmadı. Durumun neden böyle olduğu uzun bir hikâye. Fakat artık bu durum değişmekte… Belki ben ülkemde gözlerin açılmasını sağladım. Meselâ eski bir öğrencim olan çok tatlı genç bir yönetmen aynı zamanda başörtüsü takıyor. Resim yavaş yavaş değişiyor, sadece biraz daha zamana ihtiyacımız var.

Filmleriniz aracılığıyla kadınların savaş sırasında ve sonrasında karşı karşıya kaldıkları zorlukları, onların mücadelelerini aktarıyorsunuz. Bu zorlukları ve mücadeleleri biraz daha ayrıntılı bize aktarabilir misiniz?

Kadınların savaş sırasında karşılaştıkları zorluklar ve mücadeleleri hakkında çok ilginç bir belgesel hazırlamıştım. İlk etapta kısa metrajlı olan bu filmin uzun versiyonunu şu ara yayına hazırlıyorum. Bu kısa belgesel 2014’te Saraybosna temalı büyük bir omnibusun parçasıydı ve kadınların savaş sonrası durumu hakkındaydı.

Hâmile ya da yeni doğum yapmış kadınları ve çocuklarına verecek yiyecekleri olmayan kadınları hayal edin. Sadece savaş sırasında anne olmak bile yeterli. Daha büyük çocuklarınız varsa onların öldürülmesinden korkuyorsunuz. Eğer çocuğunuz bir erkekse cephede ölmesinden endişe ediyorsunuz. Eğer bir kızınız varsa düşman şehre geldikten sonra, kadınlara savaşta ne olduğunu biliyorsunuz…

Pek çok kadın kendi ebeveynlerinin, yaşlıların bakımını üstlendi savaş sırasında; tıpkı benim annem gibi. Annem aynı zamanda yeteri kadar büyük olmadığım için benimle de ilgilenmek, bana bakmak zorundaydı. Benim hayatım ve geleceğim konusunda gerçekten endişe ediyordu. Bence bu kadınlar ordunun birer parçasıydılar ve birer kahramandılar. Ne yazık ki kimse bundan hakkıyla bahsetmiyor.

Bu kadınların savaşa ve savaş sonrası krizlere dair yaşadıkları kötü şeyleri sırtlarında taşıdıklarını düşünüyorum. Eğer kadın film yapımcılar onlar hakkında konuşmazlarsa kimsenin onlara dikkat edeceğini sanmıyorum.

Savaş sonrasında Bosna-Hersek’te kadınların barış inşa süreci üzerindeki etkisi ne yönde oldu? Farklı etnik ve dini arka plana sahip insanlar bir arada yaşamayı nasıl başardılar? Kadınların bunda katkısı nedir?

Her ne kadar yüzde yüz emin olmasam ve buna dair bir kanıtımız bulunmuyor olsa da, barış süreçlerinde kadınların rol alması ve bu süreçlere dahil olması ile barışın daha mümkün ve savaşların daha az olacağına inanıyoruz. Kadınlar özellikle anneler oğullarının herhangi bir şey için ölmesini, eşlerini ve erkek kardeşlerini kaybetmek istemiyorlar. Fakat ne yazık ki savaş sırasında ve sonrasında erkekler kadar kadınların da faşist olarak niteleyebileceğimiz bakış açısına sahip olabileceklerini fark ettim, yani bu anlamda cinsiyet farklılığı bulunmuyor. Savaş sonrası dönemde kadınların politikaya dahil olmaları için farklı inisiyatifler alındı. 1998 yılında bu konuyla alakalı bir belgesel yapıldı. O dönemde kadınların parlamentodaki varlıklarının artması yönünde büyük bir eğilim vardı. Bugün ise bu anlamda aktif olan ve inisiyatif sahibi çok fazla kadın bulunmasa da Bosna, kadınların kötü durumda olduğu bir yer değil. Kadınların pek çoğu az ya da çok özgür ve eğitimli. Fakat aynı zamanda ataerkil bir toplumsal yapımız var.  Dolayısıyla mesele çok katmanlı ve oldukça karmaşık…

Hepimiz Aliya İzzetbegovic’i Bosna-Hersek’in kahramanı olarak bilip tanıyoruz, peki onun gibi her hangi bir kadın kahraman var mı?

Benim için hâlâ hayatta olan ve uluslararası savaş mahkemelerinde adaletsizliklerle mücadele eden kadınların her biri birer kahraman. Adalet hiçbir zaman onlara verilmedi. İlk filmim Kar için araştırma yaparken bu kadınlarla tanıştım. Örneğin bir kadın üç oğlunu, eşini, abisini ve kayın pederini kimin öldürdüğünü biliyor. Devlet hizmetlerinden yararlanmak için köyüne döndüğünde onu caddede görüyor fakat hiçbir şey yapamıyor. Bu Bosna’da genel bir durumdu. Karadzic’in mahkemesini hatırlıyor musunuz, gerçekten çok komikti. Böyle büyük kayıplar ve adaletsizliklerle yaşamak ve hâlâ barışçıl olabilmek bir mucize neredeyse. Fakat ülkemizde savaş sonrasında gerçekleşen bir tane dahi nefret suçu kaydımız bulunmamakta. İntikam almamak, bence bu dünyada çok ender bir şey. Savaş sırasında bu tarz şeylerin olmadığını garanti edememem ama savaş sonrasına dair bu durum, bence çok ender ve biricik. İkinci kez düşündüğünüzde Boşnak kadınların çok nadide olduklarını göreceksiniz. Her şeylerini kaybeden ve kaybedecek hiçbir şeyi kalmayan Boşnak kadınları kendi gözleri önünde öldürülen aileleri ve çocuklarının intikamını almak adına hiç bir nefret suçu işlemediler. Bu kadınların hepsinin barışı inşa ettiğini söyleyebiliriz.

Peki, bizim coğrafyamızda yaşayan ve özellikle Suriye’de savaşın ortasında kalmış kadınlar için ne söylemek istersiniz?

Şu anda Türkiye’de geçen çok ilginç bir proje içerisindeyim. Suriyeli yetimlerle alâkalı. Bir yıldan fazla sahada çalıştım. Seyahat ettim. Çocuklarla, insanlarla ve pek çok kadınla tanıştım. Bu hikâyeyi anlatmaktan dolayı çok heyecanlıyım çünkü benim pozisyonum biraz daha farklı. Savaşı yaşamış bir Bosnalı’nın bu konudaki perspektifinin ilginç olacağını düşünüyorum.  Bizim Türklerle ve savaşta olanlarla bağımız var.

Ben kişisel farklılıkları ve olasılıkları seviyorum ve birisinin tüm bunlara olumlu bir perspektif sunması gerektiğini düşünüyorum. Kendine has ve biricik hayat hikâyelerini ve pek çok insanın farkında olmadığı, bilmediği şeyleri gösterebileceğimi düşünüyorum. Kadın veya çocuklar hakkında genellikle genel düşünceler üzerine konuşuyoruz. Sahaya çok nadiren gidip hayatın içinden bir şeyler buluyoruz. Fakat ben bir sanatçıyım, bilim insanı değilim. Sanatım genel düşünce veya gerçekler hakkında değil ve istatistikler üzerine konuşmuyor. Ben adı, soyadı olan insanların spesifik hayat hikâyeleri ile ilgileniyorum. Bu anlamda bir filmin gerçekler hakkında bir makaleden daha çok konuşabileceğini düşünüyorum çünkü sanat belli insan duyguları, belli bir insanın belli gerçekleri hakkında konuşuyor. Bahsetmiş olduğum projenin de Suriye savaşını yaşayan insanların gerçekliklerini yansıtması açısından katkı sağlayacağını düşünüyorum.

Son olarak, II. Uluslararası Kadın ve Adalet Zirvesi’nde gerçekleştirdiğiniz sunumdan bahseder misiniz?

Sunumumda medya ve iletişim alanında kendi konumumuzu bulmamız gerektiğinden bahsediyorum. Müslüman kadınlar olarak medyadaki konumumuzu tanımlamamız gerekiyor. Çünkü bir şekilde iki uç arasında bölünmüş durumdayız. Bir tarafta başörtüsü hakkımızı elimizden almak isteyenler, diğer tarafta ise radikal İslâmcı olarak tanımlayabileceğimiz ve kamusal hayata katılmamamız gerektiğini ileri sürenler. Biz kendi hakkımızda karar vermeliyiz. Kendi konumumuzu tanımlamalı ve onun için savaşmalıyız. İçinde yaşadığımız dünyanın üçüncü uç gerçekliği ise bugün karşı karşıya olduğumuz post cinsiyetçilik. Artık günümüzde toplumsal cinsiyetin olası binlerce tanımı bulunuyor. Tüm bunları göz önünde bulundurunca nerede olduğumuzu bilmek, kendimizi tanımlamak ve onun için mücadele etmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Kendi adıma tüm hayatım boyunca bunu yapmaya ve filmlerim aracılığıyla kadınların güzelliklerini, mutsuz ya da trajik pozisyonlarında dahi özellikle müslüman kadınların güzelliklerini göstermeye çalıştım.

1-Araştırma Görevlisi, İstanbul Medeniyet Üniversitesi Sosyal Hizmet Bölümü.

2-Saraybosna Film Akademisi Öğretim Görevlisi, Yönetmen, Senarist, Yapımcı

Mülâkatı Yapan: Zehra Zeynep Sadıkoğlu