Prof. Dr. Ayşen Gürcan
Prof. Dr. Ayşen GürcanCumhurbaşkanı Başdanışmanı

Prof. Dr. Ayşen Gürcan: Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi Eğitim İletişimi ve Planlaması Bölümünden mezuniyetinin (1987) ardından yüksek lisans (1989) ve doktora (1997) eğitimini de Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde tamamladı. Anadolu Üniversitesi Eğitim Fakültesinde 1990 yılından itibaren sırası ile araştırma görevlisi, öğretim görevlisi ve öğretim üyesi olarak 2005 yılına kadar görev aldı. 2006-2013 yılları arasında ise Aile Bakanlığına bağlı Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğünde Genel Müdür ve Bakan Müşaviri olarak çalıştı. 2013 yılında İstanbul Ticaret Üniversitesi Eğitim Bilimleri Bölümüne Profesör olarak atandı. Üniversitede Komşu ve Çevre Ülkeler Araştırma ve Uygulama Merkezi müdürlüğünü yürüttü. 63. Seçim Hükümeti içinde Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı olarak görev almıştır. Bu görevinden sonra, Cumhurbaşkanı Başdanışmanı olarak atanmıştır. Halen bu görevi devam etmektedir.

Mülakatımıza şu soru ile başlamak istiyorum izninizle: Ülkemizde bir Türk aile prototipinden bahsetmemiz mümkün mü? Sizce bu doğru bir kavramsallaştırma olur mu?

Evet, yapılan araştırmalara bakıldığında bir “Türk aile prototipi”nden bahsetmenin mümkün olduğu söylenebilir. Bu prototipin en belirgin özelliği de ilişkilerin kuvvetli olmasıdır. Burada ziyaretleşme, hediyeleşme ve boş zamanlarda bir arada vakit geçirme gibi özelliklerin ön plana çıktığını görüyoruz: birbirinden haberdar olan veya olmak isteyen ve bundan da hoşnut bir aile. Bu anlamda sorunların kaynağında da bu sahiplik duygusunun başatlığını görüyoruz bir bakıma. Herkes herkesin bir şeysi ve herkesin bir mes’uliyeti var; öyle ki aile isimlendirmelerinde de bunu görmek mümkün. Örneğin; siz bir birey olmanın ötesinde, bir anne-babanın evladı, birilerinin kız kardeşi, ablası, birilerinin teyzesi, halası ya da eşisinizdir aynı zamanda. Bunu, her bir durumun ismini ve aynı zamanda ilişki biçimini de belirleyen konumlardan biri olarak da düşünebiliriz. Bu anlamda Türkiye’de kuvvetli ilişkileri olan bir aile yapısının yaygın olduğunu söyleyebilirim.

Gelinen noktada Türkiye’de temel çerçevesini çizdiğiniz bu prototipte yani ailenin yapısında bir dönüşümden söz edebilir miyiz sizce?

Toplumsal değişimin olduğu her yerde, ailenin değişiminden de söz etmek doğru olacaktır. Aile, toplumsal değişimin hem kaynağı hem de değişimden en çok etkilenen kurumdur. Ama aynı zamanda toplumsal değişimlere de en kolay uyum sağlayan yapıların başında yine aile gelir. Buna rağmen, aile kurumunun kendi tarihi içinde en çok yara aldığı dönemi yaşadığını da söylemeliyim. Aile kurumu hiçbir dönemde şimdiki kadar hem öneminden hem de işlevinden bu denli kopmamıştı. Şuan aile kurumuna neredeyse hiç ihtiyaç yokmuş gibi davranan toplum yapılarına doğru gidiyoruz. Biz henüz bu durumda değiliz neyse ki çünkü geçmişteki örneklerden gayet iyi bildiğimiz üzere bu tarz toplumlar yok olmaya mahkûmdur.

Peki, bu dönüşümü sağlayan faktörler neler?

Türkiye’de yaşanan değişim ve dönüşümü sağlayan iki temel durum var. Bunlardan birincisi, biraz önce bahsettiğim var olan kuvvetli ilişki ağlarının zayıflaması veya ilişkinin neredeyse tamamen kopma tehlikesi ile karşı karşıya kalması. Bir başka deyişle ailenin gittikçe küçülmesi ve çekirdeğin içine kapanma hali söz konusu. Doğal olarak yapısal değişim ister istemez ilişkilerin de biçimini ve seyrini değiştirecektir. Öyle ki daha bugünden bunun neticelerini görmekteyiz. Bayramlardaki tatil anlayışından tutun da, ev mimarisi ve dekorasyonuna kadar birçok alandaki etkileriyle birlikte büyük ve oldukça karmaşık bir dönüşüm yaşanmaktadır.

Yaşanan ikinci dönüşüm noktası ise, ailede üstlenilen rollerde yaşanan değişim. Özellikle kurumsal eğitim süreçleri ve kadının bu süreçlere etkin bir şekilde dâhil olması, aile yapısını son yarım yüzyılda daha hızlı değiştirmiştir. Ancak bu durumun aileleri olumsuz değil olumlu yönde dönüştürdüğünü vurgulamam gerek. Ama hiçbir değişimin kolaylıkla olmadığının ve söz konusu değişim noktalarında büyük sancılar yaşandığının da farkında olmak gerek. Bugün Türk aile yapısının bu sancıları yaşadığını biliyoruz. Boşanma oranları, şiddetteki artış gibi durumlar da bu dönüşümlerin oluşturduğu sancılardır.

Ailede üstlenilen kadınlık-erkeklik rolleri değişirken annelik ve babalık rollerinde de bir değişim olduğundan söz edebilir miyiz?

Yukarıda bahsettiğim temel sancılardan biri de işte bu. Yani kadınlık ve erkeklik dediğiniz cinsiyet rollerinin temelleri ailede atılıyor ve siz en başta orada tanımlanıyorsunuz. Dolayısıyla bunlara atfedilen değer ve değişimin yönü ister istemez temsil ettiği diğer rolleri de etkiliyor. Eskinin babaları ile şimdinin babaları ne kadar birbirine benziyor ya da benzemiyor bir bakmak gerek. Sanırım son yarım yüzyıldaki değişim de en çok babalık rolünde gerçekleşti. En azından bu role ilişkin beklentinin çok daha fazla olduğunu söylemeliyim. Annelik rolü duygusal alt yapısı ve kültürel yüklemeleri de olan bir rol olduğu için değişimi daha zor görünüyor ama babalık öyle değil.

Dönüşüm ve değişimlerden bahsederken acaba bir ideal aile tanımlamasında bulunmak ne kadar doğru sizce?

Ben ideal aile tanımından ziyade, “kuvvetli aile” dediğimiz, sorun çözme kabiliyeti yüksek aile tanımını çok daha uygun buluyorum. Çünkü aileyi idealize ettiğimiz her açıklama, bizim kendi duruşumuza göre, ona bağlı ve bağımlı bir bakış açısı olacağından ister istemez kapsayıcılığı da sınırlı olacaktır. Oysa hangi bakış açısı ile olursa olsun, kendi içinde sorunları çözmede gayretli ve birlikteliği koruma amaçlı olan bir aile, bence en güçlü ve ideal aile olarak görülmelidir.

İsterseniz biraz da aileyi meydana getiren fertlere yoğunlaşalım. Türkiye’de tüm çeşitliliği içinde kadınların karşılaştıkları sorunlara baktığınızda ilk olarak vurgulanması gereken hususlar sizce nelerdir?

Bence Türkiye’de kadınların karşılaştığı sorunların en başında, kamusal alanda yer alan bütün kadınlara yönelik söylem ve gelişmelerin hemen hepsinin henüz reel hayatta karşılığının olmaması geliyor. Yasal hakları güvence altında olmasına rağmen başta aile, eğitim, iş, siyaset olmak üzere, toplumun diğer kurumlarındaki kadınlar maalesef hâlâ ikincil durumdalar. Mesleklerin icrasında görünmese de uygulamada ve muamelelerde, hatta kadınların kendi aralarında bile birbirlerine karşı bu ikincil hâli koruduklarını düşünüyorum.

Genel kabul görmüş bir söylem olarak “aile içi şiddet” tanımlaması hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ben aile içi şiddet kavramından ziyade evde şiddet kavramının kullanılmasının meselenin doğru tanımlanabilmesi ve anlaşılması için daha yerinde olur diye düşünüyorum. Zira “ailede” dediğimiz, yani vurguyu aileye yaptığımız zaman şiddet üreten mekanizma olarak aileyi hedef göstermiş oluruz. Her platformda dile getiriyorum; Bu, “eğitimde şiddet” gibi bir şey oluyor. Oysa şiddet mekân üzerinden tanımlanır; örneğin okulda veya sokakta şiddet gibi. Dolayısıyla her şeyden önce meselenin tanımlanma biçimini yanlış buluyorum.

Dönüşümün sancılarından bahsederken kadına yönelik şiddettin arttığından da bahsettiniz. Kadına karşı şiddet artıyor mu gerçekten?

Bunu iki açıdan değerlendirmek isterim. Birincisi, hakikaten, değişim sancılarının odağında olan ailede en çok zorluğu kadın yaşıyor. Çünkü değişimin nesnesi kadın. Bu yüzden kadına yönelik şiddet bir şekilde artmış durumda. Özellikle boşanmak üzere olan veya boşanmış kadınlara yönelik şiddet arttı maalesef. İkinci olarak ise, bu ve benzeri meseleleri ya da durumların haberini yapan medya sektörünün konuya olan ilgisinin ve farkındalığının artması; daha da önemlisi bu tür olayların haber değerinin artmış olmasını vurgulamak gerekiyor. Artık kadına yönelik şiddet olayları “üçüncü sayfa” haberi olmaktan çıktı. Ancak başka bir yönü ile de bu tür olaylar hükümet eleştirisi veya siyasi-sosyal bir baskı unsuru haline de geldi diye düşünüyorum. Son kertede, farklı saiklerle de olsa, şiddete karşı duyarlı bir bakış oluştuğunu söylemeliyim.

Şiddete maruz kalan kadınlara yönelik çalışmalara mukabil, şiddet uygulayan erkeklere yönelik Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın çalışmaları mevcut mu ya da uzun vadeli planları var mı?

Kısa süren bakanlığım sırasında buna ilişkin bir çalışma öngörüsü yapıldı; hatta ŞÖNİM’in (Şiddeti Önleme ve İzleme Merkezi) yönetmeliğini üstün çabalarla çıkarttırıp imzalamıştım (ancak hükümetten onay alıp almadığını bilmiyorum çünkü ben imzaladıktan hemen sonra yeni hükümet kuruldu). Bunu şunun için söylüyorum: Bugün sadece mağduru korumanın ve saldırganı adalete teslim etmenin yeterli olmadığının farkındayız. Bunun için rehabilite yani ıslah edici, düzeltici girişimler gerekiyor. Burada hâkim kararı veya kişinin talebi üzerine öfke kontrolü eğitimi ve danışmanlığı yapılıyor ki benim aktif olduğum dönemde bu konu ile ilgili ŞÖNİM’lerde çalışmalar devam ediyordu. Peki, bunlar dışında başka neler yapılabilir? Her şeyden önce şiddetin, özellikle aile ilişkileri çerçevesinde, antropolojik açıdan ele alınmasına ihtiyaç var. Şiddetin neyin aracı olduğu ve bunu seçen kişilerin davranış saiklerinin iyi okunması gerekiyor. Töre cinayetleri konusunda bir araştırmanın nitel röportajlarını okumuştum. Orada ilginç olan bir husus, “Bir daha başıma gelse gene öldürürdüm!” diyenlerin oranının yüksekliği idi. Bu da bize şunu gösteriyor: Bir insan, sonucu ne olursa olsun, söz konusu eylemi vazgeçmeyecek kadar bunu gerekli görüyorsa, orada artık bireysel bir karardan ziyade toplumsal öğreti ve yönlendirmelerin iyi okunması gerekiyor. Erkekleri kötülemek ne yazık ki sorunu çözmüyor; onların rehabilite edilmesi en önemli hareket noktası olmalı diye düşünüyorum.

Ülkemizdeki genel kanı kadına yönelik şiddetin Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde daha fazla olduğu yönünde iken Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın Hacettepe Üniversitesiyle birlikte yaptığı Ailede Şiddet Araştırması çalışması şiddetin en yüksek olduğu bölgeyi Orta Anadolu olarak tespit ediyor. Burada toplumsal bir önyargıdan ya da ön kabullerden bahsedebilir miyiz? Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Öncelikle, bahsettiğiniz yönde bir beklentinin oldukça oryantalist bir söylem içerdiğinin altını çizmeliyim. Bunu siz ifade ettiniz diye söylemiyorum ama maalesef bu böyle. Eğer daha doğudaysanız, daha fakirseniz ve/veya daha dindarsanız sizden daha olumsuz sonuçların beklenmesi böyle bir söylemin ürünü. Benim dönemimde ASAGEM (Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü)’in yaptığı araştırmalarda da Orta Anadolu, çocuğa yönelik cezalandırmada oranların en yüksek çıktığı bölge olmuştu. Ancak bu yükseklik büyük bir farkla değil sadece yüzde bir iki gibi küçük bir farkladır. Yine de böylesi büyük çaplı araştırmalarda küçük farklar bile önemli bir anlamlılık taşıdığı için burada ortaya çıkan durumun altını çizmekte fayda görüyorum. Ortaya çıkan sonuçlar sebepleri açısından araştırılabilir; Orta Anadolu’nun yaşam pratiklerine, kültür kodlarına bakılabilir. Biraz önce söylediğim değişimin sancılarının en yüksek yaşandığı bölge Orta Anadolu olabilir. Bu durumu daha fazla araştırmak, sonuçları karşılaştırmak gerek.

Son olarak, ailede çocukların şiddete maruz kaldığı durumlarla ilgili olarak ne tür tedbirler alındı ve bunlara ek olarak yapılabilecek çalışmalar sizce nelerdir?

5395 Sayılı Çocuk Koruma Kanunu’muz var biliyorsunuz. Bu kanun gereği, 18 yaşına kadar tüm çocuklar devlet güvencesi altına alındı, ailesi olup olmamasına bakılmaksızın. Hatta dışarıdan bir ihbar bile gelse -komşu, öğretmen, akraba gibi- hemen aile incelemesine sevk ediliyor. Daha sonra çocuk eğer bir istismar altında ise, -bu şiddet olabilir, taciz olabilir vs.- hemen ilk kabul ünitelerine götürülüyor. İlk kabul üniteleri, çocuklar için özel hazırlanmış yerler. Aile incelemesi ve sonuçlandırılması (mahkeme tarafından) bitinceye kadar (ki bu genellikle 8 gün civarında sürüyor) çocuklar burada kalıyorlar. Daha sonra ise, hakikaten bir taciz veya şiddet varsa çocuk devlet bakımına alınıyor. Eğer aile durumunu düzeltir ve bu konuda bir iyileşme belirtisi gösterirse çocuk yeniden aileye veriliyor ama ara incelemeleri devam ediyor. Bu noktada son olarak şunu vurgulamam gerekiyor: Tıpkı kadına yönelik şiddette olduğu gibi, çocuğa yönelik şiddet konusunda da duyarlı olmaya ve bu duyarlılığı yaygınlaştırmaya ihtiyacımız var ve özellikle medyanın duyarlılığı, bu konuda sorumlu davranması bu noktada büyük bir önem arz ediyor.

Mülakatı Yapan: Sultan Işık