Ses Duyabilmek
Hearing a Voice
Hearing a Voice
Yrd. Doç. Dr. Zeynep Kevser Şerefoğlu Danış¹
Sessizliği Söylemek -Dindar Kadın Edebiyatı, Cinsiyet ve Beden-,
Elifhan Köse
İletişim Yayınları, 1.baskı, İstanbul 2012, 255 s.
Sessizliği Söylemek, eserin alt başlığında ifade edildiği üzere, “dindar kadın edebiyatı”, “cinsiyet ve bedene dair” siyaset bilimi sahasında yazılmış bir doktora tezinin kitaplaşmış hâlidir.
“Beden ve Terbiye” ile “İslâm, Beden Terbiyesi ve Türkiye’de Dindar Kadın Yazınında Beden” başlıkları, kitabın iki ana bölümüne ait. İlk bölümde Ortaçağ kilise hayatından başlayan beden ve iktidar söylemi, genel referanslar eşliğinde kitabın sayfalarına taşınıyor. Bu bölüm ilerleyen sayfalarda genel olarak beden, kadın ve Türkiye özelinde Cumhuriyet sonrası çizilen kadın imajına dair bir döküm oluşturuyor. Cumhuriyet’in ilânını müteakip doğurganlığın yükünü kadına devreden, ona “yavuz ve yiğit Cumhuriyet nesilleri” yetiştirmesi gerekliliğini vaaz eden, kadının üzerindeki “dinî otorite baskısı”nı kaldırdığını iddia ederken, “ahlâken bozulmamışlık”, “çalışkanlık”, “fedakâr annelik” gibi pozitif niteliklere anlam kazandırarak, “annelik ve zevcelik dozu baskın” bir kadınlığı, “milletin anaları” “milli ruhun temsilcisi”, “milli özün simgesi” paradigmalarıyla perçinleyen Kemalist muhafazakâr söylemi vermedeki başarısı yanında, bu başlangıcın, dindar kadın edebiyatına ancak uzaktan ve kısıtlı çehreden bir giriş olarak addedilebileceğini belirtmek gerekiyor.
“İslâm, Beden Terbiyesi ve Türkiye’de Dindar Kadın Yazınında Beden” adını taşıyan ikinci bölümde, üç temel nokta öne çıkarılmış: “İslâmi Sosyo-Biyoloji: Fıtrat”, “Ataerkinin Yenilenmesi” ve “İslâmcılığın Beden ve Terbiye Unsurları: Hiyerarşilerin Yaratılması”. Kitabın hedeflediği konuya girme çalışması, bu noktadan sonra başlıyor.
Kitabın giriş kısmında, “Hidayet Edebiyatı” ve “Dindar Kadın Edebiyatı” ifadelerine değinen ve amacının adlandırma ve dönemselleştirme çabasına girmeksizin, “güncel siyasetin tesettür söylemi gibi ‘cinsiyet’ odaklı meseleler üzerinde yoğunlaşan, Kemalizm-İslâmcılık ikiciliğine saplanmış yapısına yönelik bir sınır aşımı denemesi yapmak” olduğunu söyleyen yazarın, bu cümle ile hedefinin ve “sınır aşımı denemesi”nden muradının ne olduğu vazıh şekilde anlaşılamasa da, yayınevinin kitabın arka kapağında yer alan kısa tanıtımı için uygun gördüğü cümle, hedefi biraz daha anlaşılır kılıyor: “Elifhan Köse, bu edebiyatın üreticilerinin, hem modernlikle ve Kemalizmle, hem İslâmcılıkla, hem de kendi kendileriyle hesaplaşan arayışlarına dikkat çekiyor.”
Dindar Kadın Edebiyatı alt başlığının altını doldurmak için eserleri incelenmek üzere belirlenen isimler: Cihan Aktaş, Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, Yıldız Ramazanoğlu, Nazife Şişman ve Sibel Eraslan. Bu isimlerin seçiliş nedeni “entelektüel düzeyleri ve sahip oldukları metin zenginlikleriyle öne çıkıyor” olmaları şeklinde açıklanmış ve bu yazarların, “kendilerinden önceki Emine Şenlikoğlu, Sevim Asımgil gibi hidayet romanı yazarlarından farklı olarak edebî/estetik kaygılara sahip” olduğu söylenmiş. Ancak bu iki yazarın değil, “karşılaştırma imkânı sunması açısından”, “geleneğin içerisinde yer alması” dolayısıyla yalnızca Şule Yüksel Şenler’in Huzur Sokağı ve Şerife Katırcı’nın Müslüman Kadının Adı Var adlı eserleri, “Hidayet Edebiyatı” kategorisinde incelenmiş. Ne var ki, kitap boyunca bu eserler eliyle “Hidayet Edebiyatı” ve “Dindar Kadın Edebiyatı” şeklinde zamansal/dönemsel olarak ayrılan bu iki roman dünyasının -o da çok sınırlı- karşılaştırmasına, sadece Tesettür bahsinde rastlıyoruz.
Adı geçen yazarların “edebî metinlerinin yanı sıra, siyasî ve ideolojik yazıları da bulunmaktadır ama elinizdeki kitap edebî metinlerle kendini sınırlı tutmuştur. Bu seçimin nedeni dindar kadınların, yaşadıkları parçalanma deneyimleri edebiyatta kolayca dışa vururlarken, siyasal yazılarında daha çelişkisiz, total bir ideolojik kimlik sunmalarından kaynaklanır” (s. 10) şeklindeki önemli ve tutarlı perspektiflerinin, vaat edilmesine rağmen eser boyunca korunamamış olması ise, eserde kimi çıkarımları işlevsiz kılmaktadır. Örnek alıntının, edebî bir metinden mi, fikrî bir metinden mi; daha ötesi, bir romandan yahut hikâyeden mi olduğu, metni anlamlandırma ve bağlama oturtmada çok önemli iken; deneme, makale, röportaj ve edebî metinlerin karmakarışık şekilde alıntılanması karşımıza çıkan önemli eksikliklerdendir.
Örneğin, Cihan Aktaş’ın Modernizm’in Evsizliği ve Ailenin Gerekliliği adlı fikrî bir eserinden yapılan alıntıyı, Nazife Şişman’ın Emanetten Mülke: Kadın Beden, Siyaset adlı değerlendirmesi, onu, Barbarosoğlu’nun kendi edebî eserine dair yorumu takip ediyor. Arkasından Huzur Sokağı’ndaki dindar erkek profilini örnekleyen bir alıntıyı, Ramazanoğlu’nun hikâyesinden bir alıntı izliyor (s. 101-107). Buradaki önemli problem, Aktaş’ın gerçek insanlar ve gerçek hayatlara dair değerlendirmesi ile Ramazanoğlu’nun erkek-kazanç ilişkisinin son zamanlarda geldiği hâli babalar üzerinden örnekleyen edebî metni arasında hiçbir fark gözetilmemesi ve edebî metinlerin birçoğunun hayatın içinden gerçek bildirim değerlendirmeleri addedilmesinin önüne herhangi bir engel konulmamasıdır.
Yoğun ve birbirine geçişleri yedirilmemiş izlenimi uyandıran bilgi referansları, tanım ve teorik bilgilerden sonra edebî metin örneklerinin karşımıza aniden ve büyük oranda metinle bütünleşememe, bağlamına oturamama gibi sorunlarla çıkması, alıntılarla ilgili başka bir önemli husus.
Eserleri değerlendirilecekler listesinde ismi zikredilen Nazife Şişman’ın edebî bir metni olmamasına rağmen, alıntıların edebî metinlerden olduğunun belirtilmesi; Halime Toros’un Sahurla Gelen Erkekler ve Halkaların Ezgisi adlı eserlerinden alıntılar yapılmasına, bu eserlerin yeni ve farklı dilinin görmezden gelinemezliği yazar tarafından “Halime Toros’un öyküleri söz konusu gerilimleri ve dindar kadınların gerilimlerle başa çıkma stratejilerini ortaya koyma konusunda sessiz kalmayacaktır” (s. 119) yahut başka bir yerde “Halime Toros bu hususta dindar yazında ayrıksı bir duruş ortaya koyar”(s. 164) gibi yargılarla belirtilmesine rağmen bu ismin girişte zikredilen isimlerin yanına eklenmemesi; Sibel Eraslan’ın Hz. Fatıma ve Hz. Hatice ile ilgili yazdığı biyografi çıkışlı edebî metinlerinin dışında edebi yönünü gördüğümüz iki önemli hikâye kitabının (Balık ve Tango, Parçası Benden) incelemede ve kaynakçada yer almaması; Cihan Aktaş’a ait Bana Uzun Mektuplar Yaz adlı eserin, kaynakçada Fatma Karabıyık Barbarosoğlu’na ait görünmesi; Barbarosoğlu’nun Hiçbir Yer adlı eserinin kaynakçada 2010 baskısı kaynak gösterilmişken, alıntılar için 2004 baskısının kullanılması gibi eksiklik ve hatalar da göz ardı edilemeyenlerden.
Hidayet Şefkatli Tuksal’ın ismine, “Türkiyeli dindar kadınlar ataerkilliği tartışırken teolojik referanslardan faydalanmaktan çok, geleneksel ataerkil koruyuculuğu reddetmeyen, adalete yaslanan daha stratejik bir dil geliştirmişlerdir” cümlesinin hemen bitiminde, “İlâhiyat doktorası yapmış, burada istisna oluşturuyor” denilerek dipnot düşülmesine rağmen, Tuksal’ın kadın konulu hadislere yeniden baktığı tezinden örneklik görülmüyor (Kadın Karşıtı Söylemin İslâm Geleneğindeki İzdüşümleri) yahut uzunca yer verilen klasik algılar yanında onun söylediklerine de yer verilmiyor. “Nitekim İslâm’da üreme odaklı, dişilik ve erillik özellikleri kesinleştirilmiş bir çift olma hali söz konusudur. Öte yandan kadının yaratılışının erkeğin kaburgasından olması, simgesel yaratma eyleminin, yani, ‘ad koyma’nın ötesine geçerek ana-çocuk arasındaki biricik insan ilişkisini tersine çevirmekte ve erkek, kadının anası olarak belirmektedir” (Berktay, 1996, s. 54), (s. 69) alıntısında Berktay’ın bu çıkarımına yer verilirken, Tuksal’ın adı geçmiyor. Bu hadise dair farklı yorumlar gündeme gelmiyor ve genellikle dinî muhteva ve örneklerle ilgili akış, Kur’an, hadis, Gazzâlî, Mernissi, Bouhdiba gibi pek çok kaynaktan elde edilen bilginin tek bir din algılayışı oluştururcasına peş peşe verilişiyle dağınık ve tutarsız şekilde işliyor.
Eser isminde yer alan “dindar kadın edebiyatı” ibaresinin içi/altı, eserin bütününde değil, bunu yapmayı vadettiği ikinci bölümüne bile yazar sayısı, ismi, yazarların eserlerinin seçimi, metinlerin karşılaştırılması, edebî metne bakış ve onu ele alış biçimleri, edebî metnin çağrışım dünyası, anlam evreni, söz sanatları vb. imkânlarının göz önünde bulundurularak çözümlenmesi, gazete yazısının, röportajın, denemenin, hikâyenin, romanın (hatta dindar kadın yazını değil, edebiyatı başlığı için, “şiir nerede ?” de sorulursa garip değildir) yahut makalenin form olarak düşünceyi aktarış biçimindeki dile dair nüanslarının dikkate alınması gibi akademik çalışmadan beklenen evreler açısından dolmuyor ve alıntı metinleri, yeri geldikçe tanımlı amaca göre çekiştirilmiş ve yapıştırılıvermiş metinler imajı uyandırıyor.
Örneğin, Barbarosoğlu’nun Hiçbir Yer adlı romanında “büyük adam olmak üzere kente gönderilen, ancak sahipsiz, yetim ve yersiz yurtsuz hisseden”, kent yaşamının kolaycılık, zenginlik ve gösterişe ayarlı gündemine ayak uyduramayarak taşralı kalan bir erkek; Şahin anlatılır. “Düzene ve modern konfora uyum sağlamış dindar erkek profillerinin tersi” olan Şahin’in “egemen bir erkek olmayı reddedişinin sonucu olarak erkekliğini kaybettiği”ni belirten yazar, buradan hareketle Barbarosoğlu’nun ataerkil birliğe çağrı yaptığı kanaatine varır. Barbarosoğlu, erkekleri “yeniden erkeksi bir takım değerleri üstlenmeye ve sorumluluk almaya davet etmesi hasebiyle, “geleneksel ataerkil birliğin çağrısını yapan bir öykücü” tanımlamasıyla karşı karşıyadır. Bu tanımı izleyen değerlendirme cümlesinin, “Dindar kadınların erkeklerin itilmişliklerinin ve sorumsuzluklarının eleştirisinde ataerkil sistemin güçlenmesine duyulan bir ihtiyaç vardır” (s. 109) şeklinde olması, bir edebî metni anlamaya yönelik çok temel ve birinci basamak zaruretlerin; metaforların, üst dil imkânlarının, göndergelerin ve farklı bağlamlardaki mesajların dikkate alınmadığı, kimi alıntılardan sonra yapılan değerlendirmelerin, dindar kadın edebiyatını anlama çabasından ziyade, aksi söylemlere ve ilgisiz örneklere rağmen bu edebiyatın anlatımlarını tanımlı/verili bir noktaya çekme çabası olduğu izlenimini uyandırmaktadır.
Özel hayatlarında İslâmî duyarlılıkları kollayan kadın edebiyatçıların, öykü ve romanlarında yaptıkları cesur özeleştiriler, kendi özel ve şahsî hayatlarında dini merkeze almanın uzağına düşmüş olmanın, evliliklerde sünnete dayalı bir hayatı yaşayamamanın yahut başkaca bir meselenin hikâye ve romanlarda sorgulanması, esasen yazarların ait oldukları topluluğa dair olumlu bir iyileştirme çabası ve kendine güven duygusu şeklinde yorumlanabilecekken; bu eleştiri, olsa olsa adına dindar kadın edebiyatı denilen bir tür için ancak olumlu bir atılım addedilebilecekken, tam da buradan malzeme devşirilerek yazarların topa tutulmaları araştırmacı için başarı addedilmemelidir. Örneğin eserlerde, babaya babalık rolleri ve vasıfları ile ilgili görevler hatırlatılmasının ve çocuk büyütmenin kadına ihale edilerek terazinin sarsıldığı bir toplumsal düzen eleştirisi yapılmasının, “erkeğin babalık vasfına sürekli vurgu yapılır. Dindar kadınlar ailede kadınların ezilmesinden ziyade erkeklerin yönetici konumlarının sarsılmasından ötürü ortaya çıkan ‘erkeklik kaybına’ karşı hassastırlar” (s. 107) şeklinde okunması, mevzuyu kavramaya ne kadar uzak kalındığının, belki de kalınmak istendiğinin apaçık bir göstergesidir.
Başka bir örnekte, Aktaş’ın Uzun Cümle hikâyesinin “sözü tek kişilik kalmış”, “ilişkisiz ve evsizliği” derinden hisseden dindar bekâr kahramanın, arkadaşının evini gözlediği sürede, içinden geçen cümleler olarak sunulan şu paragrafla karşılaşırız:
“Belki de ev işi perdelerdi odaya bu havayı veren veya daha doğrusu eşyaların benimsenişiydi, kadın ve erkek olarak kendilerine yüklenilen rolleri sessizce benimsemiş insanların benimseyişi, dokunuşu, kullanış biçimiydi onlara özellik katan… Böyle bir ev havası oluşturacak, eşyalara ruhumdan katacak, sofralar donatacak gücüm kalmamış herhalde o da bunu anladı, diye düşündü.” (s. 177)
Arkadaşının evini gözleyip kendi evsizliğine gömülmüş olarak tasvir edilen bu kadın kahramanın içinden geçen yukarıdaki cümlelerin; evdeki bilindik iş bölümünü, kadın ve erkek rollerini itirazsız ve tartışmasız şekilde kabul etmeyenlerin, bu çizili resmin içine girip ezber rolleri oynamak istemeyenlerin de olduğu, ev ve eşya bağıntısını kendinden öncekilerin ezberi üzerinden kurmak istemeyenlerin, kuramayacak olanların yahut kurmayanların da varlığı anlamındaki müthiş dinamizmi görülmemekte, en azından bu ezber bozan muhalif duruşun bu paragraf boyunca önemli varlığı bir seçenek olarak yazar tarafından işaret edilememektedir.
Yine Aktaş’ın Seni Dinleyen Biri adlı eserinde “Sessiz, sedasız ve ağırbaşlı davranmanın”, “erkeklerin beğendiği ve istediği tarzda yürümenin” Müslüman bir kadın için tanılı/verili sınırlılıklar olduğu, kız öğrencilere soru sormaya izin vermeyen, yoklama sırasında sınıftaki varlıklarını meşru saymadığı için onların isimlerini okumadan geçen hadis dersi asistanı üzerinden eleştirilirken, yazarın bu örneği, “dindar yazında gülmemek, bedenin ve ruhun taşkın davranışlarını kontrol altına almanın ifadesidir. Sessiz ve ağırbaşlı davranmak tesettürün gerektirdiği beden terbiyesinin olmazsa olmazlarıdır” girişi ile vermesi (s. 162) ve burada hadis asistanına yapılan eleştiriye dair tek kelime etmeden Aktaş’ın zaten eleştirdiği eril muhafazakâr bakışın tesettürlü kadına biçtiği davranış rollerini, dindar yazına ait bir özellik olarak belirtmesi anlaşılabilecek bir durum değildir. Eser boyunca, bunun gibi, kavrayışın istemli ya da istemsiz uzağına düşülmüş pek çok örnek söz konusudur.
Sonuç olarak, “Dindar kadın kendi sesine sahip olmak ister. Fakat sessizliğin Müslüman dişilliğinin terbiyevî ilkelerinden sayılması, dindar kadınları sürekli ve zorunlu olarak bir ‘iç konuşma’ âlemine itmiştir” (s. 169) gibi yerinde bir tespitten sonra -“bedenin sessizleştirilmesine ilişkin ayrıntılı kurallar içeren tesettür” tanımı çerçevesinde tesettürün, sesi de absorbe ettiği ve bunun hep böyle kaldığı yanılgısından olsa gerek- hikâye ve romanlarda edebiyatın imkânları ile en eleştirel dozla bile konuşmaktan çekinmeyen kadınların kâh haykıran kâh toklaşan gümrah ses tonları duyulmamıştır. Ses duyabilmek, ilk evvelâ ön yargısız açık bir kulak ister. Aksi halde çığlıkların bile birer cılız ses metaforuna indirgenmesi kaçınılmaz olur. Halime Toros’un sesini duyan ve onun hakkını teslim eden ve fakat nedense eser girişinde ismini vermeyen yazarın, incelediği diğer yazarların örneğin Ramazanoğlu’nun naif sesini, Aktaş’ın metafor yüklü sesini duyamadığını söylemek, abartı olmayacaktır.
Güzel bir çaba ve velût bir konunun, kapsamlı bakmaya yönelik geniş perspektifine rağmen, maalesef sadece dindar yazına değil, dile ve edebiyata da çok dışarlıklı kalmış bir bakış açısında verime dönüşemediğinin altını çizmek gerekiyor. Kitaba dair yayınevinin arka kapağa düştüğü tanıtım yazısının devamına dönecek olursak, “İslâmcılık, tesettür, muhafazakârlık, kadın, toplumsal cinsiyet, gündelik hayat ve birçok toplumsal-politik meseleyi, edebiyatın dünyası içinden tartışan bir kitap” ideali, halen cazibesini koruyor ve araştırılmayı bekliyor.